Pi BLOG

Engellenmiş Bir Işığın Sönme Hikâyesi: Afife Jale

Engellenmiş Bir Işığın Sönme Hikâyesi: Afife Jale

“Beni acıyarak değil, düşünerek severek, kucaklayarak hatırlayın. Tiyatro varsa ben varım! – Afife Jale

Afife Jale’nin hayatı, yalnızca Türkiye tiyatrosunun tarihine değil; aynı zamanda engellenmiş potansiyelin ve bastırılmış kimliğin insan ruhunda nasıl derin yaralar açtığına dair sarsıcı bir psikolojik anlatıya karşılık gelir. O, yalnızca sahneye çıkmak isteyen bir genç kadının değil; ailesi ve toplum tarafından kendi olma hakkı elinden alınmış bir insanın duygusal ve bedensel yükünü taşıyan trajik bir figürdür. Afife’nin hikâyesi, insanın “kendini gerçekleştirme” arzusunun bastırıldığında nasıl derin, görünmez ve çoğu zaman geri dönüşü olmayan yaralar açtığını gösterir.

1902’de İstanbul’da doğan Afife, Osmanlı döneminde Müslüman kadınların sahneye çıkmasının yasaklandığı bir dönemde büyüdü. Çocukluğundan itibaren tiyatroya ilgi duydu, oyuncu olma hayalini aile baskısına rağmen içinde taşıdı. 1918’de Darülbedayi’ye  öğrenci olarak kabul edilen 5 kadından biri oldu. Ancak bu kabul bile gizli ve çekingen bir adımdı; çünkü yasa gereği Müslüman kadınların sahneye çıkması hâlâ yasaktı.

Yasaklara rağmen ilk kez 1920’de “Jale” takma adıyla sahneye çıktı. Bu tarih, Türk tiyatrosunda sahneye çıkan ilk Müslüman kadının adımını temsil eder. Fakat bu adım, onun hem özgürlüğü hem de kederi oldu. Polis baskınları, işten atılmalar, ailesinin sert tepkisi ve toplumun reddedici tutumu kısa sürede hayatını kuşattı. Afife, bir yandan sahneyle var olma arzusunu korurken bir yandan da hem devletin hem toplumun baskılarıyla mücadele etti.

Bu çerçeve Maslow’un kuramını daha da anlamlı kılar. İnsan ihtiyaçlarını hiyerarşik bir düzende açıklayan İhtiyaçlar Piramidi  modelinin yaratıcısı Abraham Maslow, ihtiyaçlar hiyerarşisinin en tepesine kendini gerçekleştirmeyi yerleştirir. Ona göre her insanın içinde “olabileceğinin en iyisi olma” yönünde doğal bir eğilim vardır. Maslow bunu şu sözlerle anlatır: “İnsan, olabileceği şey neyse o olmalıdır.”

Maslow’a göre her insanın içinde bir iç ses vardır. Bu içsel ses kişiyi yaratmaya, kendini ifade etmeye, toplumsal rollerin ötesine geçmeye ve özgün benliğine doğru yürümeye çağırır. Ancak bu ses bastırıldığında ruh huzursuz olur; içsel bir gerilim başlar. Maslow’un tanımıyla kendini gerçekleştirme bir varış değil, yaşam boyu süren bir büyüme, anlam ve bütünlük yolculuğudur. Bu yol kesintiye uğradığında kişinin psikolojik bütünlüğü sarsılır; depresif duygulanımlar, kaygı, özgüven kaybı ve somatik belirtiler ortaya çıkar.

Afife Jale’nin yaşamı tam da böyle bir ortamda şekillendi: Kendini gerçekleştirme ihtiyacının sistematik biçimde bastırıldığı, engellendiği bir çevrede büyümüş bir kadının hikâyesi…

Sanata duyduğu tutku, onda Maslow’un tanımladığı anlamda bir kendini gerçekleştirme çağrısıydı: sahneye çıkmak, özgün bir kimlik yaratmak, yeteneğini ifade etmek ve sanatla var olmak. Fakat kadınların sahneye çıkmasının yasak olduğu bir dönemde doğmuştu. Bu yasak, Afife’nin varoluşunun tam merkezine yönelen bir müdahaleydi. Olmak istediği kadın ile toplumun “olması gerektiğini” söylediği kadın arasında açılan o derin uçurum, ruhunda onarılması güç bir yarık bıraktı. Modern psikoloji tam da bu noktada uyarır: Gerçek benlikle dayatılan benlik arasındaki çatışma büyüdükçe, kişinin ruhsal bütünlüğü parçalanmaya başlar.

Bu kırılma yalnızca devletin yasaklarıyla sınırlı değildi; Afife, en çok ihtiyaç duyduğu yerden, yani ailesinden de reddedildi. Hümanistik psikolojinin öncülerinden Carl Rogers’a göre bir bireyin kendini gerçekleştirebilmesi için koşulsuz kabul görmesi gerekir. Afife ise tam tersine, ailesi tarafından “ayıp”, “tehlikeli”, “uygunsuz” denilerek bastırıldı. Böyle bir reddedilme; yoğun yalnızlık, aidiyet kaybı, suçluluk ve kimlik çatışması yaratır. Toplumsal baskı da bu yaranın üzerine tuz bastı. Kadın olarak sahnede görünmenin suç ve  tehlikeli sayıldığı bir dönemde Afife kendi sesini duymakta da, bu sesi savunmakta da tamamen yalnız bırakıldı. Bu yalnızlık, zamanla ruhunda derin bir içsel sürgüne dönüştü.

Onun trajedisini en somut biçimde gösteren belirtilerden biri ise şiddetli baş ağrılarıydı. Dönemin kayıtlarında “dayanılmaz sinir ağrıları” olarak geçen bu ağrılar, nöropsikolojik açıdan bakıldığında çok büyük ihtimalle yıllar boyunca biriken  travmaların beden üzerinden konuşan haliydi. Süreğen stres, tehdit algısı, sanatsal kimliğin bastırılması, polis baskını korkusu, aile ve toplum tarafından reddedilme… Tüm bunlar sinir sistemini sürekli alarm halinde tutan etkenlerdi. Travma, çoğu zaman kelimelerle değil,  bedenle konuşur. Afife’de  bu konuşma migrenler, kas gerilimleri, otonom sinir sistemi aşırı duyarlılığı ve yüz nevraljisi şeklinde kendini gösterdi. Ağrıların dayanılmaz hâle gelmesi onu morfine yöneltti; ancak bu yöneliş, zamanla kırılganlığını daha da derinleştiren ve yaşamının kontrolünü elinden alan ağır bir bağımlılık döngüsüne dönüştü.

Sonunda Afife Jale’nin yaşamı, ağır baş ağrılarıyla başlayan, morfin bağımlılığıyla devam eden, sanatından kopuş, dışlanma, yalnızlık, içe kapanma ve umutsuzlukla derinleşen bir içsel çöküşe dönüştü. Toplumsal baskı, onun potansiyelini tüketti; bir sanatçı, bir kadın ve bir insan olarak varlığı, kendi olma hakkının elinden alınmasıyla yavaş yavaş eridi. Sanatından zorla koparılan Afife, morfin bağımlılığıyla mücadele ederken 1930 yılında, henüz 39 yaşındayken, Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nde yoksulluk ve yalnızlık içinde hayata veda etti.

Tüm bu acılara rağmen Afife’nin hikâyesinin en çarpıcı yönü, yasaklara rağmen sahneye çıkmaktan vazgeçmemesidir. Bu, onun kimliğine sadakati, direnç kapasitesi, anlam arayışı ve benliğini koruma çabasının bir ifadesiydi. Fakat her sahneye çıkış aynı zamanda yakalanma korkusu, dışlanma hissi, değersizlik duygusu ve yoğun kaygı yaratıyordu. Böylece direniş ile kırılganlık, onun ruhunda birbirine sıkıca düğümlendi.

Bugün geriye dönüp baktığımızda Afife Jale’nin hikayesi bize şunu acı bir şekilde hatırlatıyor: Kendini gerçekleştirme arzusu bastırıldığında ruh yaralanır, beden reaksiyon verir. İnsan kendi ışığını taşıyamaz hâle gelir.

Ve o soru, yıllar sonra bile aynı ağırlıkla karşımızda duruyor:

“Bir kadının sanatta, toplumda ve kamusal alanda görünürlüğü engellendiğinde ne olur?”

Afife’nin yaşamı bu soruya sessiz ama sarsıcı bir yanıt verir:

Bir ışık söner… fakat o ışığın hikâyesi karanlığı aydınlatmaya devam eder.